YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ • BARO’NUN TÜZEL KİŞİLİK HAKLARI
ÖZET: Dava konusu haberin basın özgürlüğü kapsamında kalmadığı, özellikle başlıkta kullanılan “Darbeci Baro” ifadesinin çağrıştırdığı anlam itibariyle demokrasiye karşı işlenen ağır bir suç isnadına ilişkin olduğu, Davacı Baro’nun kişilik haklarına saldırı niteliği taşıdığı kabul edilmelidir.
- HGK E: 2017/1321 K:2019/415 T: 09/04/2019
“…1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davacının yerinde bulunmayan tüm temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davalılar …, … ve …’in temyiz itirazlarına gelince; Dava, basın yolu ile kişilik haklarına saldırıdan kaynaklanan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkin olup yerel mahkemece davalı… hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine, diğer davalılar hakkındaki davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; karar, davacı vekili ve davalılardan. … ve …’in vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı vekili, S. Gazetesinin 08.12.2011 günlü sayısında ve www. stargazete.com sitesinde “Darbeci Baro, başörtülüye otele girmeyi bile yasakladı.” başlıklı habere yer verildiğini, haberde, baronun saygınlığının, kurumsal kimliğinin ve tüzel kişiliğinin rencide edildiği, haberin başlığındaki “Darbeci Baro” nitelemesinin başlı başına baroyu küçük düşürücü bir sövgü olduğunu belirterek manevi tazminat istemli eldeki davayı açmıştır.
Davalılar vekili, dava konu haberin son zamanlarda özellikle Ergenekon örgütüyle ilgili gelişmelerden sonra baronun taraflı ya da politik tavırlı eylemleri üzerine, kamuoyunda gelişen ve görülen tepkiler doğrultusunda yazılı ve görsel medyaya yansıyan haber ve söylemlere, yetkililerin kamuoyuna yaptığı açıklamalara, en önemlisinin de devlet kuruluşu olan Anadolu Ajansı’nın basına ve kamuoyuna geçtiği haberlere dayalı bir yazı olduğunu, ülkenin bütün yazılı ve görsel medyalarından yapılan yayınlarla, kamuoyuna yansıyıp aleniyet kazanan olaylar yanında, delilleri olan Hürriyet Gazetesi ile de topluma yansıyan resimlerde görüldüğü üzere Taksim Meydanında “Darbeci Baro Taksime Hoş Geldin” ibareli bir pankartın açıldığı ve gerçeğin yetkililerin kamuoyuna yaptıkları açıklamalar ile de kabul gördüğünün aşikâr olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, yazıdaki “Darbeci Baro” nitelendirmesinin davacı baroyu küçük düşürücü, gerçeğe aykırı, halkın kin ve husumetine maruz bırakacak ve davacının kişilik haklarını rencide edici nitelikte olduğu gerekçesi ile davalılardan yazıyı yazan muhabir editör ile…. yönünden istemin kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir.
Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur.
Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir.
Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.
Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır.
Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır.
Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır. Yerel mahkemece açıklanan olgular gözetilerek dava konusu yazı ile İstanbul Barosunun başörtülü stajyerlere uyguladığı yasağın sadece staj eğitim merkezi ile sınırlı kalmadığı, Baronun otelde düzenlediği sertifika programına da başörtülü stajyerlerin alınmadığı, başörtülü stajyerlerin stajlarının yandığı, CMK sertifikasını alamadıkları ve bu nedenle staj yerlerini değiştirdiklerine ilişkine bazı başörtülü stajyerlerin beyanları ile davacı baronun eski ve yeni başkanının beyanlarına yer verilerek, davacı baronun staj eğitim merkezindeki dersliklerin kapısına başörtülü olarak dersliklere girilemeyeceğine ilişkin afişin asılması hususlarının haber yapıldığı, haberin görünür gerçekliğe uygun olduğu, gazetecilik tekniği gereği kamuoyunun dikkatini çekecek çarpıcı başlığın kullanıldığı, başlıkta kullanılan “Darbeci Baro” tabirinin davacı baro yönetim kurulu başkan ve üyelerinin darbe davasından yapılan yargılamada sergiledikleri davranışlar için kullanıldığının alt başlıkta yazıldığı, haberin içeriği ile ilgili mesajın başlıkla birlikte verilmesinin basının vazgeçilmez gereklerinden olduğu, özle biçim arasındaki dengenin bozulmadığı, bu hali ile haberde hukuka aykırılık unsurunun bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, istemin tümden reddedilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle istemin kısmen kabulü usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili; S. Gazetesi’nin 18.12.2011 tarihli sayısında ve www.stargazete.com sitesinde “Darbeci Baro, başörtülüye otele girmeyi bile yasakladı” başlıklı bir habere yer verildiğini, haberin başlığında baronun saygınlığını, kurumsal kimliğini ve tüzel kişiliğini rencide edecek şekilde kullanılan “Darbeci Baro” nitelemesinin başlı başına küçük düşürücü bir sövgü olduğunu, avukatların giyimlerinin ve dikkat edecekleri diğer yönlerin Baro tarafından değil Avukatlık Kanunu başta olmak üzere Türkiye Barolar Birliği tarafından yayımlanan Avukatlık Meslek Kuralları’nda ortaya konulup, avukatların mesleğe yaraşır bir kılık kıyafetle ve başları açık biçimde görev yapacaklarının hüküm altına alındığını, bu kuralların tüm avukatlar ve Barolar için bağlayıcı olduğunu, bu olayın salt İstanbul Barosunun uygulaması gibi gösterilmesinin basın etiği ilkesiyle bağdaşmadığını, basın özgürlüğünün sınırsız olmadığını, darbenin bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi olarak tanımlandığını, suç olarak düzenlenen bir cürüm ile saygın bir kurumu yaftalayan ve müvekkili hakkında “darbeci” nitelemesi yapan dava konusu haber ile tüzel kişiliğine açıkça hakaret edildiğini ileri sürerek 20.000,00TL manevi tazminatın yayın tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, tecavüzü kınayan bir kararın basın yoluyla ilanına karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılar vekili; 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 13. maddesinde sınırlı olarak sayılan haber nedeniyle sorumlu olan kişiler arasında yer almadığından Genel Yayın Yönetmeni davalı… hakkındaki davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle reddinin gerektiğini, dava konusu haberin son zamanlarda özellikle Ergenekon Örgütüyle ilgili gelişmelerden sonra baronun taraflı ya da politik tavırlı eylemleri üzerine kamuoyunda gelişen ve görülen tepkiler doğrultusunda yazılı ve görsel medyaya yansıyan haber ve söylemlere, yetkililerin kamuoyuna yaptığı açıklamalara, en önemlisi de devlet kuruluşu olan Anadolu Ajansı’nın basına ve kamuoyuna geçtiği haberlere dayalı bir yazı olduğunu, ülkenin bütün yazılı ve görsel medyalarından yapılan yayınlarla, kamuoyuna yansıyıp aleniyet kazanan olaylar Yargıtay Kararları 341 yanında, H. Gazetesi ile de topluma yansıyan resimlerde görüldüğü üzere Taksim Meydanı’nda “Darbeci Baro Taksime Hoş Geldin” ibareli bir pankartın açıldığını ve gerçeğin yetkililerin kamuoyuna yaptıkları açıklamalar ile de kabul gördüğünü, bu olaylardan sonra… tarafından stajyer avukatlar için pratik/eğitim yapılacak binanın kapısına buraya ‘Türban ve başörtüsü ile girilmeyeceği’ yönünde bir duyuru/ilan asıldığını, bu nedenle Taksim Meydanı’nda asılan pankartın haber başlığı yapılarak, kamuoyunun tepkisini dile getiren ve bazı ilgililerin yorum ve eleştirilerini içeren dava konusu yazının kaleme alındığını, haberde kullanılan başlığın dikkat çekme amacına yönelik olağan bir gazetecilik tekniği olduğunu, ayrıca davacının ‘tekzip’ talebinin itiraz edilmeden yayınlanmasının davacıya karşı saldırı amacı taşımadığını ortaya koyduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; Basın Kanunu’nun 13. maddesi gereğince genel yayın yönetmeni davalı… hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddinin gerektiği, basının haber verme hakkının gerçeklik, kamu yararı, güncellik, konu ile ifade arasında düşünsel bağlılık temel kuralları ile sınırlı olduğu, davaya konu Star Gazetesi’nin 18.12.2011 tarihli nüshasındaki “Darbeci Baro başörtülüye otele girmeyi bile yasakladı” başlıklı yazı bir bütün olarak incelendiğinde “Darbeci Baro” nitelemesinin davacıyı toplum önünde küçük düşürücü, gerçeğe aykırı, halkın kin ve husumetine maruz bırakacak nitelikte ve kişilik haklarını rencide edici olduğu, hukuka aykırı haber nedeniyle davalıların sorumlu olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 10.000,00TL manevi tazminatın 18.11.2011 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile davalı… dışındaki davalılardan müteselsilen tahsiline, davalı … hakkındaki davanın husumet nedeni ile reddine, kararın ilanına yer olmadığına karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalılar …., … ve … vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur. Yerel mahkemece; “Darbeci Baro” tabiri kullanılarak yapılan haberde bu şekildeki nitelendirmenin haberin verilmesindeki kamu yararı ile kişilik haklarına verilen zarar arasında orantısızlık olduğunu gösterdiği, haber verme hakkının sınırlarının aşıldığı, haberin içeriği ile ilgili mesajın verilmesinde başlığın yanlış ve hakaret teşkil eder şekilde kullanılmasının haklı görülemeyeceği gerekçesiyle ve önceki karardaki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalılar …., … ve … vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusu haberin başlığında yer alan “Darbeci Baro” ifadesinin davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği, buradan varılacak sonuca göre davacı yararına manevi tazminata hükmedilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır. Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için Yasalar manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir.
Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişan bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (818 sayılı BK m.47, 6098 sayılı TBK m56) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (818 sayılı BK m.49, 6098 sayılı TBK m. 58) olarak sıralanabilir. 4721 sayılı TMK’nın 24. maddesi ile 818 sayılı BK’nın 49. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24. maddesinde; “Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”
Dava konusu yayımın yapıldığı ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanununun (BK) 49. maddesinde ise; “Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir. Hâkim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.
Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.” hükümleri yer almaktadır.
TMK’nın 24 ve BK’nın 49. maddelerinde belirlenen kişisel haklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.
Görüldüğü üzere BK’nın 49. maddesi gereğince kişilik hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır.
Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir.
Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) konunun nasıl düzenlendiğinin ve Sözleşme’nin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi yerinde olacaktır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.
İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir.
AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir.
Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, parag. 49, başvuru no: 5493/72, 07.12.1976). AİHS’nin 10. maddesinde benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22.02.2005).
İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağıdır.
AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:
- Müdahalelerin yasayla öngörülmesi: AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri/Türkiye kararı, başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).
- Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği: Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, “… bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla ve “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/Türkiye kararı).
Kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur.
Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları, diğer yanda ifade özgürlüğü bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Doğru, O. Nalbant, A; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).
- Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı: AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, başvuru no: 9815/82, 08.07.1986).
İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no: 216, başvuru no: 13585/88, 26.11.1991).
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.04.2018 tarihli ve 2017/4-1320 E. 2018/986 K. 30.05.2018 tarihli ve 2017/4-1470 E. 2018/1144 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir. Basın özgürlüğü ise ifade özgürlüğünün en önemli unsurlarından birisidir.
AİHM’nin basın ile ilgili kararlarında ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun esaslı temellerinden birisini oluşturduğuna değinildikten sonra basına tanınması gereken güvencelerin özel bir öneme sahip bulunduğu belirtilmektedir. Basın ve diğer medya organlarının ifade özgürlüğü kamuoyuna yöneticilerin görüş ve davranışlarını tanıtmak ve yargılamak için en iyi araçlardan birisini sunmaktadır.
Basına siyasal arenada ve kamunun ilgilendiği diğer alanlarda tartışma konusu olan bilgi ve görüşleri iletme görevi düşer. Basının bu görevi, kamuoyunun da bilgi ve görüşleri alma hakkı ile tanımlanır (Handyside/Birleşik Krallık, 07.12.1976, Başvuru No: 5493/72, 49, Centro Europa 7 S.R.L. And Dı Stefano/İtalya, Başvuru No: 38433/09, 131). O hâlde basın özgürlüğü bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğü, diğer yönüyle de halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır.
Mahkemeye göre basın ancak bu şekilde, kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından yaşamsal önemi bulunan “halkın gözcülüğü” ya da “bekçisi” görevi yapabilir. Basın özgürlüğü söz konusu olduğunda, ulusal makamlara tanınan takdir yetkisi demokratik bir toplumun yararı dikkate alınarak sınırlandırılır (Édıtıons Plon/Fransa, Başvuru No: 58148/00, 44; Bladet Tromsø And Stensaas/Norveç, Başvuru No: 21980/93, 59).
Burada şu hususun da ifade edilmesi gerekir ki, Sözleşmenin 10. maddesi sadece ifade edilen haber ve fikirlerin içeriğini değil, fakat aynı zamanda bunların nakledilme biçimlerini de korur. (Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 20834/92, 57).
AİHM’nin yerleşik içtihadına göre; gazetecilik özgürlüğü ve mesleği, belirli ölçüde abartma, hatta kışkırtma unsurunu da içerir (Prager And Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 15974/90, 38).
Basının başkalarının itibarını korumak gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmekle birlikte kamunun menfaatinin bulunduğu diğer alanlarda olduğu gibi, siyasi meselelerde de haber ve fikirleri iletmek yine basına düşen bir görevdir. Sadece basının bu tür haber ve fikirleri iletme görevi yoktur, halkın da bunları edinme hakkı da vardır (Sunday Times/Birleşik Krallık, parag. 30, başvuru no: 6538/74, 26.04.1979).
Basın özgürlüğünün iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince; 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Basın hürriyeti” başlıklı 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3. maddesi basın özgürlüğünü düzenlemiş ve bunun sınırlarını göstermiştir.
5187 sayılı Kanun’un 3. maddesinde; “Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.
Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.” hükmü yer almaktadır.
Bu hükümden de anlaşılacağı üzere; basın özgürlüğü, kişinin dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren olay ve olgular hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamayı amaçlar.
Bunun gereği olarak basın, haber toplamak, fikir ve kanaatleri izleyerek bunları çözümlemek, yorumlamak, eleştirmek ve sonuçta kamuoyunu ilgilendiren konularda doğru ve gerçeğe uygun haber vermek hakkına sahip ve bununla görevlidir.
Eş söyleyişle denetim, uyarma, eleştiri ve gerçekleri açıklama, basının doğal görevleridir. Basın özgürlüğü ile bağlantılı kavramlar olarak; Anayasa da düşünce ve kanaat (m. 25), düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir.
Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık ve kuşkudan uzaktır. Doğaldır ki basının bu ayrıcalıklı konumu ve hukuk düzeninin kendisine tanıdığı özgürlük, tüm özgürlükler gibi yine hukuk düzenince çizilen sınırlara tabidir.
Basın, yaptığı yayımlarda gerek Anayasanın “Temel Haklar ve Ödevler” bölümünde yer alan ve gerekse de TMK’nın 24 ve 25. maddelerinde ve ayrıca özel yasalarda güvence altına alınmış olan, kişilik haklarına saygı göstermek, bunlara saldırı niteliği taşıyabilecek tutum ve davranışlardan kaçınmak zorundadır.
Bu cümleden olarak basın, belirli bir kişinin fikrini tartışmak zorunda kaldığı durumlarda bile, objektif bilgi vermekle ve eleştirmekle yetinmeli, olayları tahrif etmek veya kuşkuları yaymak gibi hukukun izin vermeyeceği yollara başvurmamalıdır. Özellikle de hakaret niteliğinde ya da yersiz, onur kırıcı söz ve deyimlerin kullanılmasından kaçınmalıdır. Basının kamu görevi yapmasında göz önünde tutulan amaçla, kişilik haklarına verilen zarar arasında açık bir oransızlık varsa, yayımın hukuka aykırı olduğu kabul edilmelidir.
Objektiflikten ayrılmak, haber sınırını aşmak, genişletici ve yanlış yorumlarda bulunmak, gerçek dışı haber vermek, yersiz şekilde onur kırıcı sözler kullanmak, dürüstlük kurallarına aykırı davranmak, kişisel nedenlerle salt sansasyon için yayım yapmak hukuka aykırıdır. Bu açıklamalardan sonra, denilebilir ki, basın özgürlüğünün kişilik haklarına üstün tutulabilmesi için haberin gerçeğe uygun olması, gerçeğe uygun yayımın haber niteliği taşıması, gerçeğe uygun haberlerin verilmesinde nesnel (objektif) ölçütlere uyulması, haberin veriliş biçimi yönünden özle biçim arasında ölçülülük bulunması gerekir.
Bir yayımın hukuka uygun olduğunun kabul edilebilmesi ancak açıklanan bütün bu koşulların birlikte varlığı halinde mümkündür. Yapılan bir yayım bu temel ilkelerden herhangi birine ters düşüyorsa hukuka aykırılık unsuru gerçekleşmiş olacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2015 tarihli ve 2014/4- 33 E. 2015/1504 K. 08.05.2013 tarihli ve 2012/4-1162 E. 2013/631 K.sayılı kararları).
Önemle vurgulanmalıdır ki yayımlanmasında kamu yararı bulunan, gerçek ve güncel bir haberin veya eleştirinin, özle biçim arasında denge kurulmak suretiyle verildiği durumlarda manevi tazminat sorumluluğunun temel öğesi olan hukuka aykırılık gerçekleşmeyeceğinden basının sorumluluğu da söz konusu olamaz.
Basın objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle olay ve konu ile ilgili olan, görünen, bilinen her şeyi araştırma, inceleme ve olayları o anda belirlenen biçimi ile değerlendirme, yayma ve yayınlama yetki ve sorumluluğuna sahip olmakla birlikte, haberin verilişi sırasında özle biçim arasındaki dengenin bozulmaması gerekir.
Öte yandan haberde gerekli, yararlı ve ilgili olmayan nitelemeler ve yorumlar yapıldığı, haberin içeriğine uygun düşmeyen, tahrik edici, kamuoyunda husumet ve kuşku yaratıcı, güveni zedeleyici bir üslubun kullanıldığı durumlarda, özle biçim arasındaki denge bozulmuş sayılır. Bu da hukuka aykırılığın varlığını kabule imkân sağlar.
Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yaptığı yayımdan dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır.
İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayımın hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayımdaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesi tarafından gazetecilere tanınan özgürlük, gazetecilik etik ve ilkelerine uygun olarak topluma doğru ve güvenilir bilgi sağlamak için iyi niyetle hareket etmeleri şartıyla sınırlıdır.
Bu nedenle algı da yaratılmaması gerekir. Basının üçüncü kişiler hakkında ileri sürdüğü, şeref ve itibarlarını zedeleyici nitelikteki olgusal isnatların doğruluğunu araştırma yükümlülüğü vardır. Bundan istisna tutulması için özel durumlar gerekir. Bu özel durumların varlığı her somut olayda, kişisel itibarı zedelediği iddia edilen ifadelerin ağırlığı ve niteliğine göre değerlendirilebileceği gibi kullanılan kişisel dil de göz önüne alınmalıdır.
Üçüncü kişi hakkında ileri sürülen olguların mahiyeti Yargıtay Kararları 349 itibariyle basının, haber kaynağını ne derecede güvenilir addedebileceği göz önüne alınarak belirlenir (Resmi belgelere dayandırılması da doğruluğu araştırmanın istisnasıdır).
İfadelerin suç isnadı içermesi nedeniyle yarışan değerler arasında dengeleme yapılırken masumiyet karinesinin de dikkate alınması gerekir. İfade özgürlüğünün basınla ilgili zamanda olgusal bir temeli bulunmaksızın ve hedef alınan kişiye hakkındaki suçlamalara karşı çıkma olanağı tanınmaksızın sorumsuz bir biçimde suç isnadı içeren haberler yapabilme yetkisi olmamalıdır. En azından bir emare olmalı, maddi bir temele dayanmalıdır.
Ne var ki, basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayımlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasa’nın Temel Haklar ve Ödevler bölümünde yer alan ve gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24 ve 25. maddelerinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması yasal bir zorunluluk ve hukuki gerekliliktir.
Yine, basının manevi tazminat sorumluluğunun doğması 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49 (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m. 58) maddesindeki koşulların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.
Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; Star Gazetesi’nin 18.12.2011 tarihli nüshasının birinci sayfasında “Baro başörtülüyü otele bile sokmadı” manşetiyle ve on ikinci sayfasında “Darbeci Baro, başörtülüye otele girmeyi bile yasakladı” başlıklı bir habere yer verildiği, aynı haberin www.stargazete.com isimli internet haber sitesinde de yer aldığı, haberin alt başlığında “Darbe planlamakla suçlanan zanlılara verdiği destek nedeniyle ismi Darbeci Baro’ya çıkan İstanbul Barosu’nun bir otelde düzenlediği programına stajyer avukatların katılımını yasakladığı ortaya çıktı.” ifadelerinin kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu haber içeriğinde, …’nca staj eğitim merkezindeki dersliklerin kapısına başörtülü olarak gelinmemesi gerektiğine ilişkin duyuru asıldığı ve düzenlenen sertifika programına başörtülü stajyerlerin alınmadığı belirtilmiş, bazı başörtülü stajyerlerin stajlarının yandığına, sertifikalarını alamadıklarına ve bu nedenle staj yerlerini değiştirdiklerine ilişkin beyanlarına yer verilmiş, davacı Baro tarafından yapılan uygulama ile ilgili eleştiriler habere konu edilmiştir.
Haberde görsel olarak da kullanılan “stajyer avukat meslektaşlarımıza duyuru” başlıklı yazıda “… Bu kurala uymayanlar hakkında disiplin soruşturması yapılmaktadır. Bu nedenle, Staj Eğitim Merkezi’nde de mesleğe yaraşır bir kıyafetle gelinmesi (örneğin kirli kıyafet, şort, kot pantolon, türban veya başörtüsü ile gelinmemesi) gerekmektedir.” ifadeleri yer almaktadır.
Eş anlatımla sadece başörtülünün değil, kirli kıyafet, şort, kot pantolon ile gelinmesinin de yasaklandığı görülmektedir. Şu durumda, dava konusu haberin içeriğindeki ifadelerin güncellik, kamu yararı ve görünür gerçekliğe uygunluk unsurlarını taşıdığı hususunda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Ancak dava konusu haberde öz ve biçim arasındaki dengenin bozulup bozulmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir. Dava konusu haberin başlığında “Darbeci Baro, başörtülüye otele girmeyi bile yasakladı” ifadesi kullanılmıştır.
Sözlük anlamıyla darbe “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” demektir (Türk Dil Kurumu, Güncel Türkçe Sözlük).
Her ne kadar basın özgürlüğü kapsamında haberde kullanılan başlık çarpıcı ve provoke edici olabilir ise de, basının haberin başlığını hazırlarken yukarıdaki belirtilen ilkelerden ayrılmaması, başlık ile haberin içeriği arasında düşünsel irtibat bulunması, suç isnadı içermemesi, öz ve biçim arasındaki dengenin bozulmaması zorunludur.
Somut olayda, dava konusu haberin başlığında, gerekli, yararlı ve içerikle bağlantılı olmadığı hâlde kullanılan “Darbeci Baro” ifadesi ile davacı Baroya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren bir suç isnat edilmiş, haberin içeriğine uygun düşmeyen bir üslup kullanılmış, böylece öz ile biçim arasındaki denge bozulmuş olmakla hukuka aykırılık unsuru gerçekleşmiştir.
Başlıktaki ifadenin daha önceden bir pankartta kullanılmış olması, ifade özgürlüğü kapsamında kabulü için yeterli değildir. Nitekim T.C. Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru yoluyla önüne gelen davada verdiği, Çetin Doğan Başvurusu (2), B. No: 2014/3494, 27.02.2019 tarihli kararında, basın kuruluşlarının ödev ve sorumlulukları ile uymaları gereken sınırlara aykırı şekilde, haber verme görevi esnasında kötü niyetli olarak gerçeklerin çarpıtılabildiğini, gerçeğe uygun bir beyana kamuoyunun gözünde yanlış bir imaj uyandırabilecek vurgular, değer yargıları, varsayımlar hatta imaların eşlik edebildiğini, basında yer alan söylemlerde isimleri zikredilen kişilerin ciddi şekilde itham edilebildiklerini belirterek, bu kapsamda başvurucunun darbe planının lideri ve Yargıtay Kararları 351 baş sorumlusu olarak gösterilmesi ve başvurucu hakkında isnat edilen olguların ceza mevzuatına göre yaptırım olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası öngörülen çok ciddi bir suçun işlendiğine ilişkin olması nedeniyle şeref ve itibar hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Bu nedenle dava konusu haberin basın özgürlüğü kapsamında kalmadığı, özellikle başlıkta b-kullanılan “Darbeci Baro” ifadesinin çağrıştırdığı anlam itibariyle demokrasiye karşı işlenen ağır bir suç isnadına ilişkin olduğu, davacının kişilik haklarına saldırı niteliği taşıdığı kabul edilmelidir. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, başlıktaki ifadenin ilk kez davalı gazete tarafından kullanılmadığı, yalnızca başlıkta ve tırnak içerisinde yazılmış olduğu, alt başlıkta bu ifadenin nereden kaynaklandığının açıklandığı, basın özgürlüğünün belli ölçüde abartıyı ve hatta provokasyonu da içerdiği, çarpıcı başlık kullanılmasının okurun ilgisini çekmeye yönelik bir gazetecilik tekniği olduğu, haberin basın özgürlüğü kapsamında kaldığı, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca, dava konusu haberin başlığındaki ifadelerin, davacının kişilik haklarına saldırı niteliğinde bulunduğunu, davacı yönünden manevi tazminat koşullarının gerçekleştiğini kabul eden direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece tazminat miktarı yönünden bir inceleme yapılmadığından bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ:
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun olup davalılar …., … ve … vekilinin hükmedilen miktara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 09.04.2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.