YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI

KİŞİLİK HAKLARI • SİYASİLERİN SERT ELEŞTİRİYE KATLANMASI

ÖZET: Davalı tarafından yapılan açıklamalar sırasında davacının isim ve sıfatının belirtilmediği, mâkul (ortalama) okuyucu kitlesinin, kullanılan ifadelerin muhatabının davacı olduğunu ve konuşma içeriğinden davacının kastedildiğini anlayamayacağı açıktır. Bu durumda davalının 28.11.2011 tarihli beyanındaki ifadelerin davacıya matuf olmadığının kabulü gerekir. Ayrıca siyasi kimliğe sahip kişilerin kendilerine yönelik sert ve ağır eleştirilere olağandan daha fazla katlanmaları gerektiği, olay ve dava tarihinde Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan davacının siyaset içerisindeki konumu dikkate alındığında, kullanılan ifadelerin katlanması gereken eleştiri sınırlarını aşmadığı, açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği de kabul edilmelidir.

HGK E:2017/1488 K:2019/527 K. T:07/05/2019

“…Dava; kişilik haklarına saldırı nedenine dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir.

Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, davalının 28/11/2011 tarihinde gazetecilere verdiği demeçte kullandığı ifadelerle kişilik haklarına saldırdığını belirterek manevi tazminat istemiştir.

Tarafların her ikisi de siyasi hüviyete sahip olup; davacı Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, davalı ise …. Partisi Genel Başkanıdır. Mahkemece davalının konuşmasında söylediği sözlerin ima yoluyla davacıyı hedef aldığı kabul edilerek, talebin kısmen kabulü ile manevi tazminata hükmedilmiştir.

Oysa dava konusu konuşmada davacının ismi hiç zikredilmemiş, Kayseri Büyükşehir Belediyesindeki yolsuzluk iddiaları ile ilgili soruşturmaların eksik yapıldığı dile getirilerek soruşturma makamındakiler eleştirilmiştir. Gerek 4. Hukuk Dairesi’nin, gerekse Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun yerleşmiş içtihatları ve gerekse doktrinde benimsendiği gibi davacının isminin geçmediği konuşma (yansıma) yoluyla kişilik haklarının ihlal edildiği kabul edilemez.

Genel ifadelerle bir yerde yolsuzluk olduğunun belirtilerek, eleştiri yapıldığı anlaşılan bir konuşmadan davacının kastedildiği anlamının çıkarılması mümkün değildir. Bununla beraber Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarında da belirtildiği üzere siyasi hüviyete sahip şahısların kendilerine yönelik sert, ağır ve hatta incitici eleştirilere de katlanmaları gerekir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan ifade Özgürlüğünün sadece “zararsız ve ilgilenmeye değmez olarak görülen bilgi ve fikirler değil aynı zamanda rahatsız eden, şaşırtan ve gücendiren ifadelerin de bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği” belirtilmiş ve bu ifadeler var olmadan “demokratik bir toplum”dan söz edilemeyeceği vurgulanmıştır.

Açıklanan nedenlerle davanın reddi gerekirken kısmen kabulü doğru görülmemiş; kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle karar oy çokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

 

 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili; müvekkilinin Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, davalının ise… Genel Başkanı olduğunu, davalının Brüksel’de katıldığı bir toplantı sonrasında Türkiye’ye döndüğü uçakta kendisine eşlik eden gazetecilere beyanlarda bulunduğunu, ancak bu sırada sarf ettiği sözlerin davacının kişilik haklarına saldırı teşkil ettiğini, söz konusu beyanların bir kısmının medya tarafından da gündeme taşındığını, bu hususun davacının itibarının zedelenmesine ve kamuoyu nezdinde küçük düşürülmesine neden olduğunu, ayrıca müvekkilinin güvenirliğinin sorgulanması sonucunu doğurduğunu ileri sürerek 30.000,00TL manevi tazminatın haksız Yargıtay Kararları 345 fiil tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili; davacının iddialarının yasal düzenlemeler ve yerleşmiş yargısal içtihatlar karşısında kabul edilemez nitelikte olduğunu, müvekkilinin bahsi geçen açıklamalarının ve konuşmalarının içeriği bir bütün olarak değerlendirildiğinde, davalının, davacının kişilik haklarını ihlal etmek amacıyla hareket etmediğinin anlaşılacağını, ana muhalefet partisi genel başkanı olan davalının kimseyi açıkça suçlamadığını; müvekkilinin konuşmasında, mevcut hususların incelendiğini, ciddi bulguların somut örneklerle açıklandığını, bu nedenle de konunun kamuoyunun gündemine taşındığını ve başbakan ile hükümetin bu olayları ele alması gerektiğini, olayların ele alınması durumunda partisinin gerçeğin açığa çıkması için gerekli her türlü desteği vermeye hazır olduğunu ifade ettiğini belirterek davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24. maddesinde hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimsenin hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebileceği, kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biri ile haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırının hukuka aykırı olduğunun açıkça belirtildiği; 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 49. maddesinde ise şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişinin uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar paranın ödenmesini dava edebileceğinin açıklandığı; ana muhalefet partisi genel başkanı olan davalının Brüksel’de yapılan bir toplantı sonucu dönüş yolunda uçakta kendisine eşlik eden gazetecilere verdiği 28.11.2011 tarihli beyanatta “Kayseri olayıyla ilgili savcılar hakkında suç duyurusu hazırlıyoruz. Kayseri olayını kapatmak için mahkeme tebligatları hazırlanırken bir HSYK üyesi gidip orada bekledi. Bir başka fezlekenin içinde Kayseri suçunu aklamaya kalktılar. Tebligatların tamamlanmasını bekliyoruz. Sonra gereğini yapacağız. Olay baştan beri kapatma üzerine kuruluydu. Vilayet, belediye, savcı herkes dosyayı kapatmak için uğraşıyor, bizim elimize belgeler geldiğinde her şey ortaya çıkıyor. Kaç lira rüşvet alındığını, kimin nasıl aldığını tek tek açıklıyor, söylüyor. Banka hesaplarına baksalar yetecek. Yok; bakmıyor, bankadan hesap dökümünü bile istemiyor. Böyle soruşturma mı olur. Genel sekreter ve teftiş kurulu başkanı hakkında dava açılıyor. Genel sekreter belediyede ikinci adam. Bir yerden talimat almasa yapabilir mi?” şeklinde sözler sarf ettiği, sonrasında bu sözlerin bazı ulusal basın yayın organlarında da haber konusu yapıldığı, Kayseri Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 24.10.2011 tarihli soruşturma, 2011/15569 sayılı kararı ile Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan davacı ile diğer kamu görevlileri olan belediye çalışanları hakkında rüşvet almak suçundan kamu davası açılmasını haklı kılacak yeterlilikte ve kuvvette delil, iz, eser ve emarenin bulunmadığı ifade edilerek şüpheliler hakkında atılı suçlardan dolayı kamu adına kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verildiği, bu karardan yaklaşık bir ay sonra davalının bahsi geçen söylemlerde bulunduğu, dava konusu konuşma metni incelendiğinde, dinleyende muhatabının rüşvet aldığına ve yolsuzluk yaptığına ilişkin algının uyanacağı, söylenen sözlerin eleştiri sınırlarını aşacak şekilde suç isnadı içerdiği ve kişisel haklara saldırı niteliğinde olduğu, her ne kadar doğrudan davacının adı geçmiyor ise de, “Genel sekreter belediyede ikinci adam. Bir yerden talimat almasa yapabilir mi?” şeklindeki sözlerden davacının ima yoluyla kastedildiğinin açık olduğu; kaldı ki, itham edilen konuda davacı hakkında verilen takipsizlik kararının bulunduğu, kimsenin suçluluğu ispatlanmayan kamu görevlileri hakkında ve yargı kararı olmaksızın ithamda bulunmaması gerektiği, bu durumda zararlandırıcı olayın niteliği ve oluş biçimi, özellikleri, zararın ağırlık derecesi, olaydaki yanların kusur durumları, tarafların dosyaya yansıyan sosyal, iktisadi ve mali durumları ile olay tarihi itibariyle ülkedeki iktisadi koşullar ve paranın satın alma gücü ile hakkaniyet ilkesi değerlendirildiğinde davacı lehine manevi tazminata hükmedilmesinin yerinde olacağı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne (15.000,00TL) karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.

Yerel mahkemece; önceki karardaki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalının 28.11.2011 tarihli beyanında kullandığı ifadelerden davacının kastedildiği sonucuna varılıp varılamayacağı, kastedildiğinin kabulü hâlinde bu ifadelerin davacının katlanması gereken siyasi eleştiri sınırlarını aşıp aşmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği; buradan varılacak sonuca göre davalının manevi tazminatla sorumlu tutulup tutulamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır. Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir.

Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için Kanunlar manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir.

Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişanın bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (818 sayılı BK m.47, 6098 sayılı TBK m56) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (818 sayılı BK m.49, 6098 sayılı TBK m. 58) olarak sıralanabilir.

4721 sayılı TMK’nın 24. maddesi ile 818 sayılı BK’nın 49. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24. maddesinde; “Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”

Dava konusu basın açıklamasının yapıldığı (28.11.2011) ve davanın açıldığı (15.12.2011) tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 49. maddesinde ise; “Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.

Hâkim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.

Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.” hükümleri yer almaktadır. TMK’nın 24. ve BK’nın 49. maddelerinde belirlenen kişisel haklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.

Görüldüğü üzere BK’nın 49. maddesi gereğince kişilik hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır. Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir.

Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir. Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) konunun nasıl düzenlendiğinin ve Sözleşme’nin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi yerinde olacaktır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar.

Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.

İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir.

Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, parag. 49, başvuru no: 5493/72, 07.12.1976). AİHS’nin 10. maddesinde benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22.02.2005).

İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağıdır.

AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:

  1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi: AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, Başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri/Türkiye kararı, Başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).
  2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği: Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, “…bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”

Görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla ve “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/Türkiye kararı). Kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları, diğer yanda ifade özgürlüğü bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Doğru, O. Nalbant, A; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).

  1. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı: AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, başvuru no: 9815/82, 08.07.1986). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no: 216, Başvuru no: 13585/88, 26.11.1991). Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu birçok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir.

Bir siyaset adamı, özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermelidir. Elbette siyaset adamının namını koruma hakkı vardır, hatta özel yaşamının dışında bile, fakat ifade özgürlüğüne getirilen istisnalar dar bir yorumu zorunlu kıldığından, bu korumanın gerektirdikleri ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalıdır (Bkz. özellikle, Oberschlick/Avusturya (no:2), 01.07.1997 tarihli karar, Derleme 1997-IV, s. 1274-1275, § 29 ve adı geçen Lingens/Avusturya, Başvuru no: 9815/82, 08.07.1986, parag. 42). Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.04.2018 tarihli ve 2017/4-1320 E. 2018/986 K. 30.05.2018 tarihli ve 2017/4-1470 E. 2018/1144 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.

İfade özgürlüğünün yanı sıra bazı durumlarda matufiyet şartı da manevi tazminat için varlığı gerekli bir şart olarak karşımıza çıkar. Matufiyet kelime anlamı olarak, “yöneliklik, yönelmiş olmaklık” olarak tarif edilmektedir. Özellikle kişilik haklarına saldırı nedeniyle tazminat istemini içeren davalarda söz konusu olan matufiyet şartı, açıkça kanunda yer almamakla birlikte, Yargıtay içtihatlarıyla hukukumuza girmiştir. Matufiyet şartı içtihatlarda adı, sanı, kimliği belli olmasa da ona yöneldiği konusunda kuşku bırakmayacak şekilde ithamlara, yönelimlere yer veren ifadeler olarak kabul edilmektedir.

Matufiyet yargısal kararlarda yayın ile şeref ve haysiyetine veya özel yaşamına dolayısıyla kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu iddia eden Yargıtay Kararları 351 yönünden varlığı aranan önemli bir koşul olarak tarif edilmiş, matufiyetin varlığını kabul için o yayında veya konuşmada, ya kişinin adından açıkça söz edilmesi ya da konumunun, sıfatının gösterilmesi veya bunlardan söz edilmese dahi yayın içeriğinden bu kişinin amaçlandığı, sözlerin ona yönelik olduğunun anlaşılması veya anlaşılabilir olması şartları aranmıştır.

Hukuka aykırı eylemde bulunan kişi mağdurun ismini açıkça belirtmemiş veya isnat ettiği fiili üstü kapalı bir biçimde geçiştirmişse, isnadın mahiyetinde ve mağdurun şahsına matufiyetinde tereddüt edilmeyecek derecede karineler varsa, hem isim zikredilmiş hem de hakaret vaki olmuş sayılır (Hukuk Genel Kurulunun 16.09.2015 tarihli ve 2014/4-85 E. 2015/1774 K. 07.07.2010 tarihli ve 2010/4-377 E, 2010/365 K. sayılı kararları). Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde; Dava tarihi itibariyle davacının Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı, davalının ise dava tarihinde ve hâlen… Genel Başkanı olduğu, davalının, Brüksel’de yapılan bir toplantı sonrası dönüş yolunda uçakta kendisine eşlik eden gazetecilere verdiği 28.11.2011 tarihli beyanı sırasında “Kayseri olayıyla ilgili savcılar hakkında suç duyurusu hazırlıyoruz. Kayseri olayını kapatmak için mahkeme tebligatları hazırlanırken bir HSYK üyesi gidip orada bekledi. Bir başka fezlekenin içinde Kayseri suçunu aklamaya kalktılar. Tebligatların tamamlanmasını bekliyoruz. Sonra gereğini yapacağız. Olay baştan beri kapatma üzerine kuruluydu. Vilayet, belediye, savcı herkes dosyayı kapatmak için uğraşıyor, bizim elimize belgeler geldiğinde her şey ortaya çıkıyor. Kaç lira rüşvet alındığını, kimin nasıl aldığını tek tek açıklıyor, söylüyor. Banka hesaplarına baksalar yetecek. Yok; bakmıyor, bankadan hesap dökümünü bile istemiyor. Böyle soruşturma mı olur. Genel sekreter ve teftiş kurulu başkanı hakkında dava açılıyor. Genel sekreter belediyede ikinci adam. Bir yerden talimat almasa yapabilir mi?” şeklinde ifadeler kullandığı görülmektedir. Dava konusu ifadelerin bir bütün olarak değerlendirilmesinde; Kayseri Büyükşehir Belediyesindeki yolsuzluk iddiaları ile ilgili soruşturmaların eksik yapıldığının belirtildiği ve soruşturma makamındakilerin eleştirildiği, ifadeler sırasında davacının isminin hiç geçmediği anlaşılmaktadır. Davalı tarafından yapılan açıklamalar sırasında davacının isim ve sıfatının belirtilmediği, mâkul (ortalama) okuyucu kitlesinin, kullanılan ifadelerin muhatabının davacı olduğunu ve konuşma içeriğinden davacının kastedildiğini anlayamayacağı açıktır. Bu durumda davalının 28.11.2011 tarihli beyanındaki ifadelerin davacıya matuf olmadığının kabulü gerekir.

Ayrıca siyasi kimliğe sahip kişilerin kendilerine yönelik sert ve ağır eleştirilere olağandan daha fazla katlanmaları gerektiği, olay ve dava tarihinde Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı olan davacının siyaset içerisindeki konumu dikkate alındığında, kullanılan ifadelerin katlanması gereken eleştiri sınırlarını aşmadığı, açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında kaldığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği de kabul edilmelidir. Hâl böyle olunca; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki bilgi, belge ve delillere, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ:

Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 07.05.2019 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.